Bilimsel bir toplantı vesilesiyle eylülün ilk yarısında Japonya’nın başkenti Tokyo’da bir hafta geçirdim. Toplantının konusu teknolojik gelişmelerin özgürlüğü nasıl etkileyeceğiydi.
İletişim ve bilişim teknolojisindeki gelişmeler yanında moleküler biyoloji, genetik mühendisliği gibi alanlardaki icat ve yeniliklerin bireysel özgürlükler ve özgürlükçü siyasî ve hukukî sistemler açısından ne gibi sonuçlar verebileceği de oturumlarda tartışıldı. Japonya’da kaldığım bu süre boyunca bütün dikkatimi toplayarak bazı gözlemler yapmaya da çalıştım. Bunların bazılarını Zaman okuyucularıyla paylaşmanın yararlı olacağına inanıyorum. Japonya, Uzakdoğu’da yer alan bir ada ülkesi. Nüfusu 127 milyon. Genişliği Türkiye’nin yaklaşık yarısı kadar ama ülkenin kuzeyi ile güneyi arasındaki mesafe üç bin kilometreyi buluyor. Binlerce adadan oluşan ülke, ada ülkelerinin bütün özelliklerine sahip. Gıda rejiminde deniz ürünlerinin tartışılmaz bir ağırlığı var. Japon dili, iki ayrı alfabesi ve resimli 50 bin karakteri olan ağır bir dil. Gazete okuyabilmek için bu elli bin karakterin en az iki binini ezberlemek gerekiyor.
Japonya, birçok bakımdan ilginç bir ülke. Bugün dünyanın en itibarlı ülkelerinden biri ve bunu neredeyse tamamıyla parlak ekonomik başarısına borçlu. Son on yılda sürekli deflasyon yaşamasına ve Japon modeline olan inancı sarsacak kronik problemlerle karşılaşmasına rağmen ülke hâlâ dünyanın, ABD’den sonra, ikinci en büyük ekonomisi. Yakında Çin tarafından yerinden edilecek ama Çin daha çok sanayileşmiş olacağı için değil, nüfusu Japonya’nınkinin neredeyse on katı olduğu için.
Mal geçmeyen sınırlardan ordular geçer!
Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya ile birlikte saldırgan tarafına mensup. Bu saldırganlık komşularına da, kendisine de çok pahalıya mal olmuş. Yalnız, bugün artık biliyoruz ki, Japonya’nın Pearl Harbour baskınının ana sebebi ABD’nin bu ülkeye haksız bir ambargo uygulamasıdır. Özellikle petrol ambargosu koymasıdır. Bu haksız uygulama, bir sanayi ülkesi olan Japonya’yı hammadde ihtiyacını dünya piyasalarından ticaret yoluyla elde edememe durumuna düşürmüş ve Japonya’nın saldırganlığını ve işgalciliğini teşvik etmiştir. Bu tarihî gerçek bize büyük iktisatçı yazar Bastiat’ın “mal geçemeyen sınırlardan ordular geçer” hikmetli tespitinin ne kadar anlamlı ve doğru olduğunu göstermektedir. Gerçekten, dünya tarihinin bize telkin edildiği gibi tek okuması yok. Büyük savaşlar, kuvvetli ve yaygın bir tezin işaret ettiğinin tersine, mevcut ticaret alanlarını işgal etmek ve yeni ticaret alanları açmaktan çok serbest ticaretin engellenmesi, merkantilizm ve korumacılık yüzünden çıkmıştır.
Bununla beraber Japonya’nın ticarete bakışında ilginç bir çelişki dikkat çekiyor. Bütün servetini serbest ticarete, yani diğer ülkelerin Japon mallarına kapılarını açmış olmasına borçlu olan bu ülkenin çok taraflı serbest ticarete ne kadar inandığı ve onu ne kadar uyguladığı çok tartışılır. Bunu şundan anlıyoruz ki, Japon pazarlarını işgal eden malların neredeyse tamamı “yerli”. Mesela otomobiller. Otomobilleri seven biri olarak Tokyo sokaklarını dikkatle gözledim. Otomobil çeşitliliği belki Türkiye’dekinin on katıydı, ama bütün otomobiller Japon markası otomobillerdi. ABD’de ve Avrupa’da yapılmış otomobiller, tek tük görülen BMW ve Mercedes’ler hariç tutulursa hiç yoktu. Bunun niye böyle olduğunu hem Japon ve hem de Japonya’da yaşayan ve çalışan Japon olmayan arkadaşlara sordum. Cevap, Japonya’nın dolaylı ve örtülü yollarla bu manzarayı oluşturduğu ama ülkede aynı zamanda buna elverişli bir kültürün bulunduğuydu. Japon otomobil alıcıları “Buy Japanese”e her rasyonel tüketicinin uyması beklenen “en iyisini al” prensibi kadar önem vermekteydi. Açıklamalara göre Japon devleti, otomobil ithalini engellemese bile toplum bu kültürel formasyondan dolayı kendiliğinden aynı şeyi yapabilirdi.
Bu beni ürküttü. Ürküntüm, toplumun inanılmaz homojenliğini gözlemleyince daha da arttı. İnsan çok sayıda Japon görmemişse, bir Japon gördüğünde kendini bütün Japonları görmüş sanabilir. Oysa, Japonya’da fark ediyorsunuz ki, ülke nüfusu içinde en başta çehrelerde olmak üzere muazzam bir fizikî çeşitlilik var. Fakat etnik olarak hemen herkes Japon. Konuşulan dil Japonca ve kültür Japon kültürü. Lord Acton ve ona yakın çizgide birçok filozof haklı olarak aşırı sosyal homojenliğin özgürlük için büyük bir tehlike oluşturabileceğini söylemiştir. Bu tespit-teori doğruysa Japonya’nın homojenliği özgürlük için daimi bir tehdit olarak Japon topraklarında gömülüdür.
Japonya’da beş yıl çalışan bir ABD’li arkadaşım, homojenliğin vahim kültürel sonuçlarından birini bize şöyle izah etti: Japonlarda çok kuvvetli bir “biz”, “biz Japonlar” algısı mevcut. O kadar ki, dünyayı Japonlar ve “geri kalanlar”, “diğerleri” olarak tasnif ediyorlar. Bu “diğerleri” Japon olmayan herkesi kapsıyor. Koreliler kadar Türkler de, Almanlar kadar Amerikalılar da diğerleri içinde. Arkadaşım bunu fark ettikten sonra Japonların “biz Japonlar” ifadesine karşı hep “biz yabancılar” ifadesiyle cevap verdiğini ve yıllarca bunun hiç garipsenmediğini anlattı.
Japonya, zengin olduğu kadar da düzenli ve temiz bir ülke. Zamana saygı “Doğu” toplumlarında beklenmeyecek derecede büyük. Her şey çok dakik. Trenler saniye şaşmıyor. Zaman uyumuna dayanan üretim ve hizmet operasyonları büyük bir başarıyla yapılıyor. Hijyen şartları gayet iyi. Japonya’ya giderken, bazı ülkelere giderken olduğu gibi, özel tedbirler almanız gerekmiyor.
Ülke kültüründe son teknolojiyi takip adeta bir bağımlılık halini almış. Bunun iyi sonuçları var. Bir ikisini sayayım. Otellerdeki ve hatta havaalanlarındaki umumi tuvaletlerde kumanda kollu klozetler var. Ekstra ve kolay temizlik için dizayn edilmişler ve bir düğmeye basınca sıcak su fışkırtıyorlar. Hayatımda ilk defa Japonya’da bir şemsiye parkı gördüm. Şemsiyenizi bisiklet kilitler gibi kilitliyor ve anahtarı alıp binaya gidiyorsunuz. Elbise askılarında alttaki düz ve iki şey asıldığında alttakine bağımsız hareket imkânı vermeyen kısım döner hale getirilmiş. Pantolonunuzu, gömleğinizi askıdan çıkarmadan kolayca almanız mümkün. Bana tuhaf gelen bir şey, atari salonlarına benzer kumar salonları oldu. Buralarda kadın erkek, yediden yetmişe Japonlar tıklım tıklım, icabında sigaralarını tüttürerek kumar oynuyorlar. Bu salonları genellikle Kuzey Koreliler işletiyormuş. Eskiden kârlarının bir kısmını Kuzey Kore’ye gönderiyorlarmış, ama şimdilerde, K.Kore’nin büyüsü bozulduğu için, durum değişmeye başlamış.
Otoriter bir kültür ülkeye egemen. Ve sistem çok korumacı. Bunu daha gümrüğe girer girmez anlıyorsunuz. Mutlaka doldurulması gereken iki evrak var. Döviz bozdururken de bir form doldurmanız, isminizi beyan etmeniz gerekiyor. Her yerde herkes herkesi eğilerek selamlıyor. Bu, ilk bakışta nezaket işareti gibi görünüyor, ama dikkat edince anlıyorsunuz ki, ondan ziyade formelleşmiş bir davranış kalıbından ibaret. Özellikle otellerde bir aşırı istihdam göze çarpıyor. Her köşe başında biri var ve mesela bir araba park ederken aynı anda iki, hatta üç dört kişi birden yer gösterebiliyor.
Japon siyasi sisteminin hatırlattıkları…
lbette öğrenmemiz gereken şeyler var Japonya’dan. Ben ikisine özellikle işaret etmek istiyorum. İlki depremle ilgili. Japonya, dünyanın birinci derecede deprem kuşağında. Ülkede devamlı deprem oluyor. Depreme o kadar alışmışlar ki, onu neredeyse sıradan bir olay olarak görüyorlar. Ülke engin bir ülke olduğu için de depremden en az insan kaybı ve maddî zararla çıkılıyor. Malum, doğal afetler en büyük zararları fakirlere veriyor. Japonlar zenginleştikçe depremlerin maliyeti aşağıya düşmüş. Ve bu trend devam edecek. Ben oradayken Hokkaido Adası’nda 7 büyüklüğünde bir deprem oldu. Büyük bir zarar yoktu ve ülkede her şey normal akışında devam etti. Oysa bizde, herkesin bildiği üzere, büyük panik uyanır ve insanlar ne yapacaklarını şaşırırlar. Bu konuda Japonlardan çok şey öğrenebiliriz. Depremle ilgili bir diğer ders, paniğe kapılmamakla bağlantılı olarak, depreme karşı hazırlığı zamana yaymak. Japonlar, asırlar içinde depreme karşı bu emniyet ve dayanıklılığı sağlamışlar. Bizde de kaçınılmaz olarak öyle olacak. O yüzden İstanbul’u yıkalım ve yeniden yapalım türünden tedbir tekliflerini ciddiye almamalıyız. Bir taraftan alabildiğimiz her türlü bireysel ve toplumsal tedbiri almalı, öbür taraftan deprem sonrası yapılanma için şimdiden hazırlık yapmalıyız. Türkiye zenginleştikçe depremle mücadele de kolaylaşacaktır.
Son ders Japon siyasi sisteminden geliyor. Bilindiği üzere Japonya istikrarlı bir demokrasi. Ama Japon demokrasisi iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin eseri. Daha açık söylemek gerekirse Japonya, savaştan sonra ABD’nin kendisine bir siyasî sistem empozesiyle karşı karşıya kaldı. Anayasası bile Amerikalılar tarafından hazırlandı. Sistem ABD tarafından dizayn edildi. Ve bu sistem şimdiye kadar hayli iyi çalıştı. Japonya, temel hukuk kodlarını da bir asır kadar önce Batı’dan aktarmıştı. Bu iki olay bize gösteriyor ki, Hayek gibi bazı düşünürlerin sandığı üzere her iyi şey spontane olarak ortaya çıkmayabilir ve spontane olarak ortaya çıkan her şey de zorunlu olarak iyi olmayabilir. Bazı durumlarda planlanarak yaratılan kurumlar da spontane doğmuş kurumlar kadar iyi olabilir. Japon demokrasisi bunun en iyi örneğidir. O yüzden Türkiye, her türlü iç ve dış dinamikten yararlanarak demokratik bir anayasaya kavuşmaya çalışmalı ve bunu bir an evvel yapmalıdır. Yapmalıdır ki, insanlar benim gibi uzak bir ülkeye yaptıkları seyahatlerde bile kafalarını ülke problemleriyle meşgul etmesinler. Yazık değil mi Türk vatandaşlarına!
PROF. DR. ATİLLA YAYLA – GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
Zaman