Gönül’ün çevirisi üzerine
Küçük Bey’den sonra Natsume Sōseki’nin Türkçeye çevrilen ikinci eseri olan Gönül, Japonca aslından Türkçeye doğrudan çevrilen çok az sayıda romandan biridir. Ayrıca Japon Vakfının çeviri ve basım hibesine layık görülen (Japoncadan Türkçeye) ilk roman çevirisidir.
Denilebilir ki Türkçe de gönül gibi gerekli anlam derinliğine haiz bir kelime bulunmasaydı, bu kitabın Türkçe başlığı ‘Kokoro’ olarak kalabilirdi. Zaten İngilizce başta olmak üzere birçok dile yapılan çevirilerinde de başlığın ‘Kokoro’ olarak kaldığını görüyoruz.
Kitap başlığının Türkçesine aday olan kalp ve yürek gibi kelimeleri bir kenara itip ‘Gönül’ü seçişimizin sebebini İskender Pala’nın aşağıdaki sözleriyle açıklamış olalım.
Gönül, bedenimizde bulunan yürek değildir. Kalp kelimesi de onu tam olarak karşılamaz. Her ne kadar bu üç kelime birbirleri yerine kullanılıp, birbirlerinin anlamlarını ödünç alsalar da (acısı yüreğime işledi, kalbimi kırdın, gönül almak vb), bugünkü kullanımda“yürek” ziyadesiyle maddî bir et parçasını (yürek-böbrek, kuzu yüreği vb.); “kalp” itina isteyen ve insanın hayat çekirdeği olan yarı soyut bir uzvu (kalp-damar cerrahisi, kalp hastası, kalpsiz adam vb.), “gönül” ise tamamen soyut bir varlığı (Gönül Allah’ın evidir, gibi) nitelemektedir. İnsan anatomisinde duygu ve heyecanlar genellikle kalbe etki eder ve onun atışını hızlandırır. Yani duyguya dönüşen tefekkür kalp denen merkezde biriktiği vakit insan maddeden manaya yükselir. İşte gönül bu mananın adıdır. İnsan kalbe akseden mana ile gönlünü tanır ve kendisinin gönül ile var olduğunu idrak eder (gönlünce yaşamak, gönlüne hoş gelmek, gönlüne göre olmak vb.).[1]
Çevirmenin, bu eseri okumaya hevesli okurlardan en büyük isteği, kitabın ağırlığına yenilmeden, ve sabır ile okumalarını sürdürmeleridir. Sayfalar ilerledikçe yazarın üslubuna alışılacak, düşünsel ve edebi zevk şeklinde bu sabrın semeresi alınacaktır. Zira eser günümüz dünyasında yaşayan bir Japon için bile eski sayılacak bir dilde, yazılmıştır. O zamanın yaşam ve düşünce tarzı, kitaba hakimdir. Fakat bütün bu öğeler içinden yazarın insan gönlüne dair evrensel görüşlerini sağıp çıkarmak bir Türk okuru için de gayet mümkündür.
Türkçede Japon Edebiyatı
Günümüze kadar çok kısıtlı sayıda Japon edebi eseri Türk okuruyla buluşturulabilmiştir. Ve bu çok sınırlı sayıda eserin içinde de ancak bir kaç tanesi Japonca aslından çeviridir. Yani, çevrilen eserlerin çoğunda Türkçe ile Japoncanın arasına bir üçüncü dil (muhtemelen bir batı dili) girmiş, ve eser Türk okuruyla buluşana kadar iki kez çeviri süzgecinden geçerek öz halinden uzaklaşmıştır. Ne var ki Japon edebiyatını tanıma adına ikinci dilden de olsa çeviri girişimlerinin varlığı büyük önem taşır.
Japoncayı çeşitli vesilelerle öğrenmeye başlayan bir her bir Türkün hemen fark edeceği üzere Türkçe ile Japonca arasında sözdizim ve biçimbilimsel bir çok benzerlik mevcuttur. Bu benzerliklerin Japoncadan yapılacak bir çeviriye olumlu yönde katkılarının olabileceği rahatça söylenebilir. Ne var ki Türkçeye doğrudan çeviri yapabilecek çevirmenlerin azlığı bu avantajın halihazırda etkin bir şekilde kullanılmasını engellemiştir.
Nobel ödüllü iki yazar Yasunari Kavabata, Kenzaburo Oe ve diğer dünya çapında ünlenmiş Japon yazarların romanları anlaşılacağı üzere Türkçeye çevrilen eserlerin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Öte yandan, Japonca aslından doğrudan Türkçeye çevrilen ilk roman ise Natsume Sōseki’nin Küçük Bey’idir. Mariko Erdoğan ile Hüseyin Özkaya’nın 2003’te ortaklaşa yaptığı bu çeviriyi müteakiben doğrudan çevirilerin sayısında gözle görülür bir artış olmuştur. 2004’de Oğuz Baykara, Ryunosuke Akutagawa’nın Kappa’sını çevirmiş, bunu Hüseyin Can Erkin’in bir dizi çevirileri izlemiştir. Erkin’in çevirdiği başlıca eserler şunlardır, İnsanlığımı Yitirirken, Dazai Osamu (2006), Kumların Kadını, Abe Kōbo (2007), Kiraz Çicekleri, Kawabata Yasunari (2007), Emanet Dolabı Bebekleri (2008) ve Sahilde Kafka, Haruki Murakami (2009). Ve son olarak 2011 yılında, Bilal Ünal tarafından Natsume Sōseki’nin Gönül (Kokoro) adlı romanı Türkçeye kazandırılmıştır. Çevirinin kontrolünü Nakako Noda Osone üstlenmiştir.
Gönül
Gönül (Japonca: Kokoro) 1914 yılının 20 nisan ile 11 ağustos günleri arasında Asahi gazetesinde ‘Gönül, Hocanın Vasiyeti’ adı altında kısım kısım yayınlanmıştır.
Romanın adı daha sonraki kitap basımlarında ‘Gönül’ olarak değiştirilmiştir. Kitap, ‘Ben ve Hocam’, ‘Ben ve Ailem’, ve ‘Hocam ve Vasiyeti’ olmak üzere üç bölümden oluşur. Bir gazetede parça parça yayınlanmış olmasından olacak, bu üç ana bölüm de toplamda yüz on kısıma ayrılmıştır.
Romanda hemen hemen özel isim kullanılmayıp, karakterler kişi zamirleriyle ifade edilmiş. Bir karakter için ise isim olarak sadece K harfi kullanılmıştır. Başlıca karakterler şöyledir.
Ben’ : Romandaki ilk iki bölümün anlatıcısıdır. Genç bir üniversite talebesidir.
‘Hocam’: İlk iki bölümün anlatıcısının ‘hocam’ dediği şahıstır. Son bölümün anlatıcısıdır.
‘Hanımefendi’: Romanda İki hanımefendi vardır. İlk iki bölümdeki hoca’nın hanımı (Şizu) ve son
bölümdeki pansiyon sahibesi.
‘Küçük hanım’: Son bölümdeki pansiyon sahibesinin kızı
‘K’ (Türkçe çeviride ‘ka’ diye telaffuz edildi.) Son bölümde hocanın arkadaşı.
Bunlardan başka anlatıcının anne, baba, abla, enişte ve abisi, hocanın amcası gibi bir kaç alt karakter de bulunmaktadır.
Romanın birinci bölümünde, anlatıcı (ben) ve Hocam dediği kişinin tanışması ve aralarında gelişen ilişki anlatılmaktadır. Meiji Döneminin[2] Japonya’sında bir üniversite talebesi olan ben hocasıyla ilk defa Kamakura’da bir kumsalda karışılacaktır. Ben bir çok yönden esrarengiz bulduğu hocasına, kendisinin de tam açıklayamadığı bir sebeple daha da yakın olmak isteyecektir. Birinci bölüm ben ile hocası arasındaki samimiyetin giderek artmasıyla meydana gelecek olayları anlatmaktadır.
İkinci bölümde ise anlatıcının ailesiyle geçirdiği zamandan bahsedilmektedir. Babasının rahatsızlığı ve üniversiten mezun olması sebebiyle Tokyo’dan ayrılıp memleketine dönen ‘ben’ ile ailesi arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Üçüncü bölüm ise, ‘Hoca’ ile ilgili sır perdesinin aralandığı romanda o ana değin oluşan soru işaretlerinin bir bir ve yavaş yavaş cevap bulduğu bölümdür. Bu bölümde romanın en esrarengiz karakterlerinden biri olan K da sahneye çıkmaktadır.
Sōseki’nin bu romanına ilham kaynağı olduğu söylenen şöyle bir olay vardır.
İmparator Meiji’nin vefatı ardından, sadık Generali Nogi, eşiyle birlikte sadakat intiharına teşebbüs edecektir. Burada sadakat intiharı diye çevirdiğimiz eylemin Japonca aslı junshi olup, eski samuray geleneğine göre efendisinin ölümü ardından ona sadakatin bir ifadesi olarak ona bağlı olan samurayların da intihar etmesini anlatır. Nogi ölümü ardından bıraktığı yazıda intihar sebebini anlatmıştır. İmparator güçleriyle isyancılar arasında çıkan bir savaşta General Nogi bayrağını düşmana kaptırmış ve bunun utancıyla intihar etmeyi düşünmüştür. Lakin imparatora olan bağlılığı sebebiyle intihar edemeyip imparatorun vefat edişine kadar geçen otuz küsür yıl boyunca bu arzusunu içine gömmek durumunda kalmıştır. Ve nihayet imparatorun vefatıyla intihar etme ‘özgürlüğüne’ kavuşmuştur. Sōseki’nin bu romanında bu vakanın derin izleri olduğu söylenebilir.
Natsume Sōseki (9 Şubat 1867-9 Aralık, 1916)
Japon, romancı, eleştirmen ve İngiliz edebiyatı araştırmacısı.
Meiji döneminin en önemli romancılarındandır. Başlıca eserleri arasında Gönül (Kokoro), Küçük Bey (Botchan), Ben bir kediyim. (Va ga hai ha neko de aru.) ve Sanşirō yer alır.
Natsume Sōseki’nin Japonya’sı: Meiji Dönemi
Asıl adı Natsume Kinnosuke olan, Natsume Sōseki, 2 şubat 1876’da Tokyo’da, ya da o zamanki adıyla Edo’da dünyaya geldi. Bu yıl yüzyıllarca dışarıya kapılarını sıkı sıkıya kapatmış Japonya’nın, biraz da Amerika Birleşik Devletleri’nin dayatmasıyla dünyaya açıldığı Meiji Döneminin başlarına tekabül eder. Bu değişim tıpkı vadiye sıkışmış bir nehrin bir yolunu bulup tazyikle fışkırması gibidir. O zamanın Japonya’sında hayatın her köşesi bu tazyikli selden nasibini almaktaydı ama, en büyük değişim şüphesiz Tokyo’da oluyordu. Bu selin getirdiği yeni şeyler de, götürdüğü eski şeyler de olmuştu. Meiji Dönemi aynı zamanda Feodal Japonya’nın nihayet tek bir imparatorluk çatısı altında toplandığı dönemdir de. Baş rollerini Tom Cruise ve Ken Vatababe’nin paylaştığı Son Samuray adlı filmde, (her ne kadar tarihi gerçeklerin dışında da olsa) dramatik bir şekilde canlandırıldığı üzere, bu dönem, işlevini yıldan yıla yitiren samuraylık müessesinin de sonunu getirmiştir.
Sokaklarda kimono ve takunyalı insanların arasına fötr şapkalı ve ceketli insanlar karışmaya başlamış, ahşap Japon tarzı binaların yanında tuğladan batı tarzı evler bitmiş, bu evlerin içinde masa sandalye gibi batı tarzı mobilyalar yerlerini almış, taşıt trafiği için fazlaca dar ve yokuşlu olan yollar düzleştirilip genişletilmiş ve buradan, çekçeklerin yanı sıra tramvaylar da geçmeye başlamıştır. Bu dönemde Japonya, Batı medeniyetlerinin yüzyıllar sonunda ulaştığı seviyeye koşar adımlarla ve aceleyle bir kaç yılda yetişme gayretindeydi.
Çocukluk ve gençliği
Böyle bir dönemin içine doğmuş, bu dönemin getirdikleriyle yoğrulmuş Kinnosuke Natsume, zengin bir ailenin çocuğu olarak rahat bir yaşam sürmekteydi. Ne var ki henüz on yaşlarındayken, anne ve babası boşanmış ve ancak bu vesileyle aslında, bu iki kişinin gerçek anne babası olmadığını öğrenmiştir. İşin aslı, sekiz çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğmuşken bir aileye evlatlık verildiğidir. Ne var ki üvey babasının annesini aldatması sebebiyle boşanma vaki olunca eski ailesine geri dönmek zorunda kalmıştır. Gerçek annesiyle ilk defa böylelikle karşılaşabilmiştir. Lakin öz annesine hiç bir zaman anne diye hitap edemediği söylenir. Zaten öz annesi de kısa bir süre sonra, Kinnosuke’ye yeterince annelik edemeden, vefat edecektir. Böyle bir çocukluk hayatı geçirmiş olmasının Natsume Sōseki’nin eserlerinde de derin etkileri olduğu söylenebilir.
Her ne kadar ailesi bir mimar olmasını istese de, Natsume Sōseki üniversite yıllarında şair Masaoka Şiki ile tanışmasıyla bir şiir tarzı olan haikuya merak salarak bir daha çıkmamak üzere edebiyat dünyasına girmiştir. Kraliyet Üniversitesi (Şimdiki adı: Tokyo Üniversitesi) İngiliz Edebiyatı bölümünden 1892 yılında mezun olduktan sonra, İngiliz edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaya başlamıştır. Lakin, bir Japon olarak, muhtemelen o zamanın Japonya’sına halen uzak bir alan olan İngiliz edebiyatını çalışıyor olmanın anlamsız olacağını düşünmeye başlamıştır. Buna iki yıl öncesi mutsuz biten bir aşk hikayesi ve bir yıl önce baş gösteren tüberküloz hastalığı da eklenince sinirleri epeyce zayıflamış ve hassas bir karakter sahibi olmuştur. Ardından Kamakura’da bir Budist rahibin rahle-i tedrisinde yaptığı meditasyonlarla şifa arasa da bu da bir fayda etmemiştir.
Londra Hayatı
Japonya’nın çeşitli yerlerinde öğretmenlik ve öğretim görevliliğini sürdüren Natsume Sōseki, 1900 yılında Japonya Devlet bursuyla İngiliz Edebiyatı üzerine ihtisasını sürdürmek üzere İngiltere’ye gönderildi. Böylelikle Japonya devlet bursuyla yurt dışına gönderilen ilk Japon öğrenci oluyordu.
İlk önce gittiği Cambridge Üniversitesi’nde bir gece kaldı. Japonya’dan gönderilen burs bu okulun harcını karşılamaktan uzaktı. Sonunda Londra Üniversitesi Akademisine (University College London) gitmekte karar kıldı. Daha sonra ise ‘Üniversitedeki derslerin para ödeyip dinlenecek değeri olmadığını’ belirtip bir Shakespeare araştırmacısı olan William James Craig’den özel dersler almaya başladı. Bu durum Gönül adlı romanındaki kahramanın ‘hocası’ hakkında söyledikleriyle ilginç bir benzerlik gösterir.
‘Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, Hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Velhasıl kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen Hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.’
Natsume Sōseki’nin İngiltere’de geçirdiği yıllar ömrünün en acı dönemini oluşturacaktı. Yazar ömrünün bu kesiti için daha sora şöyle diyecektir.
‘İngiliz beyefendilerinin ülkesinde, tıpkı bir sürü kurt arasında sürten bir zavallı köpek gibiydim.’
Geçim zorluğu, ve aşağılık kompleksi neticesi odasına kapanmış ve kitaplarına gömülmüştü. Öyle ki, pansiyon sahibesi aklını yitirdiğinden endişe ediyordu.
Japonya’ya rapor olarak boş kağıtlar göndermesi, ve ruh sağlığının bozulduğuna dair söylentilerin memleketine kadar yayılması neticesince Sōseki derhal geri çağrılmış ve 5 aralık 1902 tarihinde Japonya’ya geri dönmüştür.
Yazarlık hayatı
Natsume Sōseki’nin Tokyo’ya geri dönüşü ardından İngiliz edebiyatı öğretmenliği işini sürdürmüş ve ilk romanı olan ‘Ben bir kediyim.’i (1905) yazmıştır.
Aslında Sōseki’nin yazarlık hayatı oldukça kısa olmuştur. Bununla birlikte, 37 yaşında bu ilk romanı ile üne kavuşmasını müteakip, vefat ettiği 49 yaşına kadarki 12 yıl boyunca Japon edebiyatına kazandırdığı eserleri klasikler arasına girmiştir.
Sōseki 1907 yılında Asahi Gazetesine girmiş ve kimi romanları bu gazetede kısım kısım yayınlanmıştır.
Başlıca romanları şunlardır,
1905 Ben bir kediyim. (Va ga hai va neko de aru)
1906 Küçük Bey (Boççan)
1906 Kusamakura
1908 Sanşirō
1911 Geçit (Mon)
1914 Seyyah (Kōjin)
1914 Gönül (Kokoro)
1916 Aydınlık ve Karanlık (Meian)
Son romanı ‘Aydınlık ve Karanlık’ aynı zamanda en uzun romanıdır da. Lakin bu romanı tamama erdiremeden bu dünyadan ayrılmıştır. Sōseki yazarlık hayatın son yıllarında mide rahatsızlığı ve sinir zayıflığı sebebiyle yazılarına kısa süreli aralar vermek zorunda kalmıştır.
Sōseki eserlerinde sanat için sanat düsturuna yakın bir duruş sergilemiş (Parnassianism) ve bu yanıyla döneminin romatisizm ve doğalcılık akımlarından ayrılmıştır. Takip ettiği dünya görüşünü yine kendi icat ettiği ve Türkçeye olağanüstücülük (Teikaishumi[3]) diye çevrilebilecek bir kelimeyle tanımlamıştır. Bu ifade sıradan, amiyane unsurları reddedip, sanat ve doğadan zevk almayı temel alan aşkın bir görüşü tanımlıyordu.
Eserlerinde modern insanın iç dünyası, egoizm, aşk ve ihanet gibi temaları işlemiştir. Romanlarında umumiyetle üniversite çağlarında, çeşitli zorluk ve ikilemlerle boğuşan genç kahramanlar yer alır. Japonya’daki batı tarzı modernleşme ve sonuçları, bireyselcilik, toplumdan ayrışma, insan doğasına yönelik olumsuz bir bakış açısı eserlerinde sık sık görülür. Yazar aynı zamanda eserlerinde bir çok kelime oyunu yapmış ve kendi icat ettiği kelimelere sık sık yer vermiş ve yer yer de hicivli bir dil kullanmıştır.
[2] Okunuşu: Meyci
[3] Okunuşu: Teykayşumi