Japonya, 1900’lü yıllarda askeri olarak “Düveli Muazzama”nın bir üyesi olmuşken 1980 itibarıyla da iktisadi anlamda aynı konuma gelmiştir. Bu dönemdeJaponya ‘ya “bir numara” ve buna dayanarak artık “hayır diyebilen” ülke nazarıyla bakılıyordu. Ancak siyasi ve askeri güce dayanmayan ekonomik güç, hele küresel dünyada fazlaca “kırılgandı” ve 1990 başından beridirJaponya bu sendromu yaşamaktadır.
Japonya için 1864’lerde biçilen rol ile 1945 sonrasında biçilen rol arasında büyük bir paralellik vardı: Japonya “sıkıştırılmış” bir pazarda bir tüketim toplumu olarak global kapitalizme açılacak ve aslında Japonya üzerinden bu “oyun” Çin’e teşmil edilecekti. Japonya’nın birinci “projeye cevabı”, Asya’nın sömürgeleştirilmesi sürecini bizatihi kendisinin gerçekleştirmesi şeklinde, İDS sonrasındaki ikinci projeye cevabı da neomerkantalist korumacı politikalarla iç pazarın Batının tüketim malları üssüne çevrilmesinin önüne geçmek, tam tersine Batı ülkelerini ihraç ürünleriyle işgal etmek şeklinde olmuştur. Kısaca aslındaJaponya, ABD eksenli kılıfa bir türlü sığmış sayılmaz.
Okinawa’dan yükselen negatif enerji
Ancak Soğuk Savaş döneminde ABD ile aynı yatakta yatan ve bunun şaşılığı ile kalkan Japonya’nın adeta siyamlı ikizler gibi davranarak kaderini ABD ile birleştirmiş görüntüsü, bu ülkede kalıcı bir reflekse dönüşmüşe benzer. Ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda dostlukların mezara kadar gitmeyeceğini bilen devlet adamlarıJaponya ‘da da vardır kuşkusuz. Ancak son on senede yaşanan muazzam iktisadi durgunluk ve bunun yarattığı istikrarsız ve kaygan zeminde yıl başına ortalama bir başbakan değiştirenJaponya ‘nın ABD’den sessiz sedasız bağımsızlaşma çabası kolay kolay üstesinden gelinecek bir proje de değildir. Japon halkının ABD politikalarına karşı direnmek taraftarı olduğu kuşkusuzdur. Okinawa’daki ABD üssünden ülkenin dört bir yanına negatif enerji yayılmaktadır.
Ancak bunu isteyen de sadece halktır. Japonlar ne yazık ki bu zor şartlar altında ülkeyi daha dingin limanlara taşıyabilecek “devlet adamı” profilinden mahrumdur. Lidermerkezli hiyerarşik yapılanma nedeniyledir ki bu toplum, kriz anında yöneticilerin elini kolaylaştıran ve önlerini görmelerine yardım eden bir muharrik güç olamamakta, kendi içinde çözümü üretememektedir. “Zarf” (form) olarak demokrasiye ve sivil topluma yer veren; ancak “mazruf” (ruh) olarak bunları işlevsiz hale getiren Japon sistemi, küresel bir kriz durumunda içine girdiği krizin aşılabilmesi için halkından bir ziya, Frenkçe ifadesiyle bir “feed back” alamamaktadır. Adeta halk arabada, araba rampada kaymakta, sürücü ise şaşkın; ama onun yerine geçecek cesaret kimsede bulunmamaktadır. Halkının reflekslerini yok eden Japon sistemi, şimdi onlarla bir “sağırlarla dilsizler birbirini ağırlar” tiyatrosunu oynamaktadır.
Japonya’nın ABD’den bağımsızlaşmasını başlıca hiçbir Asya ülkesinin kabule yanaşmadığı da aşikardır. Zira Japonya hâlâ Soğuk Savaş’ın bittiğini fark etmediği için geçmişten kalma tedirginlik yaratan hatıraları silme konusunda yeterince tutarlı bir politika gütmemektedir.Japonya , Osmanlı’nın Mehter Takımı gibi “iki ileri, bir geri” adım atarak kafasının karışlık olduğunu göstermekte, böylece komşularına güven veren bir yola girememektedir. Ortadoğu ve Orta Asya uzmanı olan değerli akademisyen Prof. Sasaki, 2 Ağustos 2003 tarihinde Zaman’da yayınlanan yazısında Türkiye’nin bu bağlamda doğru adımları atarak birlikte yaşadığı coğrafyadaki komşu ülkelere, birlikte yaşamak istediği AB’ye ve “değerimi bil” dediği ABD’ye güçlü mesajlar iletebilen Türkiye’den ders alınması gerektiğini savunuyor.
Atılan taş, ürkütülen kurbağa
Gerçekten de haklıdır Sayın Sasaki. Koizumi’nin başbakan olur olmaz savaş suçluları olarak bilinenlerin tapınağı Yasukuni Şhirine’ye yaptığı gezinin yarattığı infial hâlâ hafızalardadır. Sn. Koizumi kendine göre nasıl bir mesaj verdiğini düşünüyor acaba? Bana göre attığı taş kesinlikle ürküttüğü kurbağaya değmemiştir. Zira herkes kendine yönelik olarak tedirgin edici mesajlar almışa benziyor. ABD, “eski bir ruha referans veren” ve ondan bağımsız hareket etmeyi çağrıştıran bu davranış nedeniyle tedirgin olmuş, Asya ülkeleri zaten “küller arasında yaşayan o eski ‘genetik şifrenin’ hortlamasından korktukları için tedirgin olmuşlardır. Daha 1998 yılında Kuzey Kore’nin “yanlışlıkla” fırlattığı veJaponya ‘nın üstünden geçip okyanusa düşen o “meş’um” füze denemesi nedeniyle yüreği ağzına gelen Japon halkı da bu sorumsuz hareketten dolayı Koizumi’yi yeterli basirete sahip olmamakla suçlamıştır.
Demek istediğim şudur ki, Japonya’nın iç ve dış konjonktürü, onun ABD’den bağımsızlaşmasını imkansız kıldığı gibi, büyük oranda onu kendi suyundan gitmek zorunda bırakmıştır. İşte kritik nokta da budur: ABD,Japonya’nın çevresini adeta tek başına ayakta durması imkansız bir şekilde örmektedir. Adeta ABD’nin kaderi Japonya’nın da kaderi haline gelmektedir. Ancak ABD’nin kaderinin iyi olması Japonya’nınkinin de iyi olacağı anlamına gelmemektedir. Zira ABD politikaları Japonya’yı kalıcı bir şekilde alternatiflerinden soyutlamakla kalmamakta, hızla kendisini Japonya’ya bağımlı kalmaktan da kurtarmaktadır. Japonya ise bütün bunlara rağmen, adeta “Çuvaldan Kurtulmak” için Ortadoğu’ya asker göndermektedir. Halbuki bu anlamda korkmalarına hiç gerek yok, zira başına çuval geçirilebilmesi için önce bir ordu gerekir! Hem bazen “çuval askere ulaşamazsa, asker çuvalın olduğu yere gider”. ABD Afganistan’dan sonra eğer Irak’ta da “zaferi” kazanırsa bu daha çokJaponya’nın mağlubiyeti olacaktır. Japonya artan oranlarda pazarlık gücünü kaybetmektedir.
Sasaki Sensei’ye son bir not, henüz kendi kaderlerini eline almaya muktedir davranamayan bu iki devletin birbirlerini keşfedip kalıcı işbirliğini beklemek için çok erken. Zaman ve mesafenin aradan kalktığı küresel çağda hâlâ Amerikan aracılığı ile komşuluk ancak bu kadar olabilir!