Gece bitmiyor, herkes karaoke kıvamında. Başlar dönüyor, tereddütler çekingenlikler atılıyor. Öğretmen alıyor mikrofonu, başlıyor. Hiçbir sıkılma yok. Provalar yapılmış. Asla detone olmuyor. O sırada Tom, şarkısını arar ağır şarkı kataloğunda.
Beni dürtüyor Tim: “Özge san, sen de oku bir şeyler, hadi.”
Alışkın değilim ki. Utanıyorum. Ama kaçış yok, beraber ve solo şarkılar seansı bu. Önce beraber, sonra solo okunacak. Kokteyl servisi sürerken ben de İngilizce bir şarkı bulup başlıyorum. “Eşlik etmezseniz söylemem,” diye resti de çekip.
Mikrofon elden ele dolaştıkça gece yoruluyor, tıpkı bizim gibi.
Alkışlar, baş ağrısı, lapa lapa yağmaktan bıkmayan kara bata çıka dönüyoruz kapsül otelimize.
Çiğdir kuzeyin müziği. Acılıdır, yanık. Ağız harmonikasıdır, gırtlak vokaldir. Ainularınki gibi. Kendi dillerinde “insan” demek ainu. Artık dilleri ölmek üzere, Japonca ve Rusçaya yenik düşmüş. Yazıları yok, Japonca yabancı kelimelerin yazıldığı kana alfabesiyle yazılıyor, o yüzden de ses kaybına uğruyor yazılırken. Ainu nüfusunun tam sayısı bilinmiyor, 150.000 civarı olduğu söyleniyor. Japonlar adaya ulaşmadan çok önce, on bin yıl evvel, Jomon döneminde de varlar Ainular. Çin ve Kore taraflarından gelen, şimdiki Japonların ataları kabul edilen Yayoi halkı onları giderek kuzeye itiyor, sıkıştırıyor sonra.
Hoş karşılanmıyor Ainu olmak pek Japonya’da. Bu yüzden kimliklerini saklıyorlar çokça. Japonca bir Ainu’yu aşağılamak da kolay: “A! Inu!”, “Aa! Köpek!” demek.
Turistlikten kim ölmüş. Şiraoi, Hokkaido’daki en büyük Ainu köyüymüş, şimdi bir açık hava müzesi. Girişte bizi kocaman ağzından saldırgan dişleri dehşetle çıkmış bir ayı karşılıyor. Boynundaki kumaş bantta “İraşşaimase,” yazılı, “Hoşgeldiniz”.
Ainular avcı ve balıkçı. Köyde de müze binasının hemen önüne kurutulmuş balıklar raf raf dizilmiş. Vitrinler boyunca içi doldurulmuş siyah ayılar, siyah renk üzerine kırmızı beyaz çizgili geleneksel Ainu giysileri, giydikleri, çektikleri, yedikleri – ayı eti, tilki eti, kurt eti, öküz eti, at eti- diğer hayvanlar ve müzik aletlerini seyrediyoruz. Bunların en önemlisi bambudan yapılma, ipli ağız harmonikası mukkur (Japonca yazılışıyla mukkuri). İpini titreştirdikçe gırtlak sesi çıkıyor aletten. Deniyorum.
Şiraoi köyü Porotoko Gölü’ne bakıyor, ama göl donmuştu. Çatlaklı buza açılan delikler arasından plastik çizmeli balıkçılar oltalarını sallandırıyor. Balıkçılar portatif taburelerinin üzerinde soğuktan uyuşmuş, büzüşmüş, küçülmüş. Onlar uyur uyanık, ama biz arsız turistler fotoğraflarda hep gülüyoruz.
“Şaşin va doo?” Bir fotoğrafa ne dersin? Ve bunun cevabı her zaman için “hayhay”dır. Müzedeki rehberimiz bizi saz damlı ambarlardan birinde geleneksel bir dans gösterisine davet ediyor. Kolalı, bedene kalıp gibi oturan uzun etekli elbiseleri içinde erkekler ve kadınlar çok güzeller. Siyah kumaş üzerine manşetlerde, etekte ve yakada kırmızı beyaz kalın şeritler. Kabalığı, sertliği içinde vahşice güzel. Onlardan olmak istiyorum.
Dönüş yolunda, müzedekilerle karşılıklı olarak yerlere kadar kapanıyoruz. Saygılı.
“Doomo arigatoo gozaimaşita.” Teşekkürler tükenmiyor. Bin fotoğraf bin teşekkür.
Bize mukkur çalanlar, dans edenler, müzeyi gezdirenler ve buzda balık tutanlar. Onlar da Ainu mu? Emin değilim.
Ama muhtemelen, Sapporo’ya dönüş treninde gördüğümüz o esmer, kıvırcık sakallı adam bir Ainu’ydu. Buna inanmak istiyorum. Gezginliğin nahif heyecanı içindeyim. Hayal kurmak güzel. Ve dünyanın bu kuytu köşesinde, gizemli bir efsane olarak tarihe iz bırakmış Ainu halkı, çoğu kişi gibi, benim için de nostaljik, sırlı, ayrıcalıklı bir bilgi.
Osaka’ya dönüş yine sular, raylar ve tekerlekler üzerinden, bol aktarmalı. Ama gidişler ne kadar meraklı, bakına bakına ve ahesteyse, dönüşler de yolun daha ikinci seferde insana bilindik gelivermesinden, kısa, sabırsız ve çabuktur sanki. Bizim mesafemiz de kısalmış gibi. Çektiğimiz fotoğraflara ve biz tir tir titrerken, çorapsız giydikleri tüylü, bej botlarının üzerinde süper mini etekleriyle boy gösteren liseli kızlara şaşıra şaşıra son trenimizi bekliyoruz. Japonya’da pek çok istasyonda olduğu gibi, platformda bekleyen yolcuları oyalamak için bir şarkı çalıyorlar hoparlörlerden. Tek bir şarkı. Bittikçe başa sarılan, bıkmadan usanmadan çalınan yalnızca bir şarkı. Tren geciktikçe ve ben trenin geleceğini giderek unutarak şarkıyı dinliyorum. Sözleri ezberliyorum içimden.
Güzel bir günde ayrılıp
Kendi gölgemin izinde Batı’ya gidiyorum
Ve, Japonya’nın bir köşesinde
Beni bekleyen biri var, biliyorum
O güzel günden kalan şarkıyı, yol arkadaşımdan şimdi yeniden duyuyorum
diyor şarkı.
O karlı havada, yanımda benim gibi yabancı dört yolcu, sabırla ve soğuktan hareketsiz, treni karşılarken Japonya’da beni bekleyen biri olduğunu hayal ediyorum. Tanımadığım, belki bir gün karşılaşacağım, belki de farkında olmaksızın yanından yürüyüp hüzünle geçip gideceğim biri. Yine de sıcak şarap gibi düşünmek, beklenildiğini düşlemek, çok güzel.
Şarkının sözlerini aklımda tuttum ve uzun süre bir sandık gibi sakladım içimde, Sapporo’dan kalan bir armağan gibi. Adını, söyleyenini hiç bilmeden. Aramayı, bulmayı hep geciktirdim. Birlikte yaşanan bir yolculuğun, birlikte yaşanmayan loş bir anısı olarak bıraktım. Sonra o sandığı açtım, içindeki küfü üfledim ve şarkıyı buldum: İi hi tabidaçi.
O güzel günden kalan melodiyi, şimdi tekrar dinliyorum sepya renkli bir fotoğraf gibi.
Yazı ve Fotoğraflar Özge Baykan – Yazı “Altkitap – Kentler Kitabı” nda yayınlanmıştır.