Yabancı demek İngilizce demek çoğu Japon için. Batılı da Amerikalı demek. “Türkiye’de ana dil İngilizce mi?” sorusunu az duymadım Japonlardan. Cildi beyazlaştırıcı losyonların peynir ekmek gibi satıldığı ülkede, aldığın iltifatlar da başka bir dilden konuşuyor: “Ne güzel açık tenlisin”, “ne güzel büyük gözlüsün”.
İşte sıkı sıkı giyinmiş, kaymak yanaklı Japon çocuklar da benim İngilizce bildiğimden emin yanaşıyorlar yanıma. Geliştirmek istiyorlar İngilizcelerini. Japonca, İngilizce Korece ve Çince sorular bunlar, dikdörtgen kartonlara zarif bir el yazısıyla yazılmış: “Ne tür bir karakter seversin?” şeklinde zeka işi, bağlamı kayanlar. Sevdiğin kitaplar, müzikler, yemekler. Şipşak Sapporo izlenimleri. Başka bir kartonda “Japonca yazar mısınız? Lütfen yazın” gibi önkabullü ve iki aşamalı ricalar da mevcut. Yanıtlarken çocuklarla fotoğraf çektiriyoruz, Japonlar gibi zafer işareti yapıyorum her karede.
Ara sokaklarda heykelcikler çeşitlendi. Kırıklı şeffaf buzların içine serpiştirilmiş balıklar, bir otomobilin üstüne pervasızca yayılmış çıplak bir buzdankadın. Resim çeke çeke devam. Arada atkı bere eldiven kontrolü. Cam samuraylar ve buğulu ejderhalar, öpüşen pelikanlar. Ünlü Sapporo birası da buza girmiş, heykel olmuş. Akşama içeriz, karaokeye gideceğiz ya. Saklamalı.
Factory adlı eski bir fabrikadan bozma alışveriş merkezi de duraklardan biri. Andrea diyor ki, işte o çilekli çikolata buradan alınır. Hediyelik eşyalar gırla gidiyor. Yöresel Hello Kitty’ler de içlerinde. Çin makarnası hesabı, bu, dünyayı fethetmiş Japon kedisinin kıyafetleri ve tavırları da Japonya’nın bölgelerine göre değişiyor. Hokkaido’nun Hello Kitty’si Ainu olmuş, siyahlara bürünmüş. Dükkan ayı figürlerinden geçilmiyor. Ainular Japonya’nın yerlileri, adanın ilk sahipleri. İskandinavya’nın Sami halkları ya da Eskimolar gibi. Dilleri, adetleri özgün. Görünüşleri de Japonlardan farklı ve bilim adamları için hala büyük bir muamma: Ainular esmer, kıllı ve kıvırcık saçlı olur diyorlar. Ayı kültü, Ainu kültüründe özel bir öneme sahip. Bir ayı yavrusunu yakalayıp aylarca besleyen, gerekirse anne sütüyle doyuran Ainular yakaladıkları ayıyı sonra bir ritüelde kurban ediyorlar. Tıpkı kurban ettikleri ayı gibi ve canlılara hayat veren kara toprak gibi, yaşamın rengi de siyah Ainu halkı için. Giysileri de.
Başıma bu da gelecekmiş: Factory’nin içinde bir de “Hello Kitty Müzesi” var! 200 yen giriş ücreti. Çilek, bira ve tereyağından sonra Japon mustisinin müzesi de çıktı karşımıza. Merak etmedik. Başka bahara kalsın, dedik.
“Baharda asıl eflatun lavanta tarlalarını görmek gerek,” dedi Andrea sonra. Milli parklarla dolu Hokkaido bölgesi, doğanın, ilkbaharda kiraz çiçekleri ‘sakura’nın, güzün de sonbahar yaprakları ‘momici’nin en güzel seyredildiği yerlerden biri.
“Yine geliriz bahar,” diyor Tim, “ne olacak.”
İçimi çekiyorum.
Akşam erken çöktü, rüzgarlı kar bastırdı. Eyfel’in etrafında ziyaretçiler ve sakinler cıvıl cıvıl. Her yerde Beyaz Sevgililer (Şiroi Koibito) marka çikolatanın reklamları. Tanınmadık Japon rock gruplarının konserleri, aralara serpiştirilmiş birtakım talk şov esprileri. Donmuş dudakları arasından gülüyor herkes. Kar bizi sarıp sarmalarken, kim kime dum dumalıktan istifade çığlıklar ve kartopları atıyoruz birbirimize.
Şenlik iki gün daha sürecek.
“Bir şarkı var,” soruyor Thomas derken – ama biz ona Tom diyoruz zaten-.
“Tom, Tom, Tom. Ben onu söyleyeceğim karaokede.”
Japonca bilmiyor ki Tom. Kendi adına sanıyor şarkıyı. Meğerse kesilen ağacın düşen kereste sesi, ton ton ton diye nakarata dönüşüyormuş bir Japon halk şarkısında.
“Aman maksat eğlence,” diyor Tom, öğrenince, bozulmadan hiç. “Yine söylerim; ha Tom Tom ha ton ton.”
Andrea’nın konukları, Andrea’nın Japon öğretmeninin de konukları demek. Bizi klasik Japon meyhanelerinden bir izakayaya götürüyor Tanaka sensei. Tepsiler dolusu, etrafı yosun sarılmış pirinç üzeri çiğ balık geliyor önümüze. Pembe somonlu, kıtır ahtapotlu, kızartma karidesli, kırmızı havyarlı ya da salatalıklı sınırsız suşi.
“İtadakimasu,” diyip çubuklarla kavrıyorum, “ben başlıyorum”. Vasabi atılmış soya sosunu suşilere yedire yedire yiyorum. Yerken de bol bol “lezzetli” naralarıyla esrimeli. Herkes birbirine Sapporo birası ikram ediyor. Benim yanımda Tanaka sensei, ben onun bardağına döküyorum, o benimkine. Kendi içkini kendin dökemezsin çünkü Japonya’da. Ayıp.
Bu ye-yiyebildiğin-kadar ve iç-içebildiğin-kadar mönüler sıkça bulunur Japonya’da. Bizimki de onlardan biriydi. 3000 yene tıka basa doymak. Japon mideleri göz önüne alındığında Japon işletmeleri bu işten hiç zararlı çıkmıyor olsa gerek, diyorum.
Mönüde Sapporo’ya atfedilen başka spesiyaliteler de var ama ben o sırada sensei ile Japonca konuşma derdindeyim. Tüylü yengeç, soya ezmeli erişte ya da köri çorba gibi.
“Cengiz Han da popülerdir Hokkaido’da,” atıyor ortaya Andrea’nın başka bir Alman arkadaşı, Nadine. Cengiz Han dedikleri, kuzu mangal. Bu soğuk iklimde, bu Moğol ada başka ne olabilirdi ki.
Hesabı sensei ödüyor. Adetten.
“Hep böyle yemeğe çıkarır mı gelenleri?” diye soruyorum Andrea’ya.
“Hep,” diyor. Bu ayrı bir zevk. Eşsiz anın, paylaşımın zevki. Tabii ki fotoğrafla da bol bol belgeliyoruz.
Yazı ve Fotoğraflar Özge Baykan – Yazı “Altkitap – Kentler Kitabı” nda yayınlanmıştır.