Sapporo, Japonya’nın egzotik kuzeyi. Finlandiyası, İzlandası, Grönlandı. Ahşap, pastel renkli kutu evlerinin bitişik nizam olmadığı, şeylerin giderek birbirinden uzaklaştığı, hızlı trenin kayan rayları arasından yer yer haraların ve sık ormanların seçildiği eşsiz coğrafya.
Hokkaido adasına dair hatırladığım ilk: Soğuk. Kalın montumun kapişonuna pıtır pıtır düşen kar. Ferah araziler, fersah fersah. Altın sükun. Japonya’nın ana adası Honşu’nun birebir tezatı Hokkaido. Zira Honşu’da yapılar hep iç içedir, kaldırıma müsaade etmeyecek kadar dar sokaklarda bisikletler, arabalar, yayalar birbirine dokunmaksızın devinmeye çalışır. Hokkaido’da ise farklı, çok daha dingin, çok daha mesafeli, enlem Japonya’dan çok İskandinavya’ya yakın.
Olunması gereken zamanda, olunması gereken yer. Karın örttüğü böyle bir ruh işte, Yuki Matsuri. Yıllık ve yıllanmış Kar Festivali zamanı. Gelip çatar. Uçaklar kalkar, oteller ayırtılır. Bu gıpta ettiren kardan ve buzdan heykel festivali her şubatta farklı bir temayla Hokkaido bölgesinin en büyük kenti Sapporo’ya yayılır. Merkezde, büyük Odori Parkı’yla çevrelenen Eyfel’in karbon kopyası televizyon kulesinin etrafında, üşüye üşüye gezilen, dünyanın her yerinden yontucuların oymalarına hayranlıkla bakılan şenlik. Henüz başlamamış tantana ve biz, harıl harıl son çentikleri atıp eserlerini kenti birkaç saat içinde istila edecek binlerce turiste yetiştirmeye çalışan kar ustalarını izliyoruz.
Hırçın Japon Denizi üzerinden uzun saatler boyu süren gemi yolculuğunun çıkış noktası Osaka’ydı. Sabaha karşı gemi bizi Otaru’da indirdiğinde güneş doğmamıştı henüz. Alacakaranlıkta birbirimize tutuna tutuna ilerliyoruz, keskin buz sarkıtlar kopup çatılardan düşmesin diye dikkatliyiz. Japonya’nın bomboş sokaklarının hakimiyiz. Trafik ışıkları kırmızıdan yeşile boşuna geçiyor sanki. Çünkü herkes uykuda. Ayakkabılarımız yumuşak kara taze izler bıraktıkça Japonlaşıp fotoğraf çekiyoruz, o yüzden uzadıkça uzuyor kente varış. Yirmi dört saat açık Amerikan usulü konbinilere -7/11’lara, Lawson’lara- sora sora tren istasyonunu bulup Sapporo’ya giden, günün muhtemelen ilk trenine biniyoruz.
Kahvaltımız yosunlu erik turşulu tuna balıklı pirinç topları, yanında pas rengi soğuk Oolong çayı. Elimizde yün eldivenler, lahana gibi dört kat, beş kat, eldivenler fotoğraf makinelerini sıkı sıkı kavrıyor. Ayaklarımız ıslanmasın, suya kara batmasın.
Gerçekleşen bir rüya ama bu, yuki matsuri. Yanımda ömründe karı ilk kez görmenin heyecanındaki Taylandlı arkadaşım Tim. Her adımla “Kar!” diyor sevinçle, ellerini çırpıyor. Bana da bulaşıyor heyecanı. Yağan kar, duran kar, yığılan kar, kaldırımda toplaşan katılaşan kürtün, üzerine bastığı sulu çamur, her biri o mutlu şaşkınlığın başka bir paragrafı. Karı ilk gördüğüm anı hatırlamaya çalışıyorum ben de onun yanında. Yedi yaşındaydım. Ama kar değildi ki o. Sulusepken. Kar sanmıştım. Sonra ilk kartopumu hatırlamaya çalışıyorum. On sekiz yaşında. İnsan neleri bekleyebiliyormuş. Ama, belki biraz da eşitiz, diyorum sonra Tim’e, ne de olsa benim de Japonya’da gördüğüm ilk kar bu.
Festivalin onur konuğu Yunanistan’dı. Dev sütunlu Yunan tapınağı o yüzden. Akşam da önünde bir şov yapılacak, şarkıcılar çıkacak. Yanında bir de Budist tapınak. Az ilerde zayıf güneşin tüm inadına rağmen eritemediği, camsı buzdan Hannover belediye binası, geceleri mavi kırmızı ışıklandırılıyor. Bu nedenle hem gündüz hem gece tavaf etmeli şenlik alanını.
Birbirimizle ve karla şakalaşarak resmi geçide dahil oluyoruz usulca: Kızgın, dev dinozorlar, bıyıklı şaşkın kedi Hello Kitty, Fin çizgi kahraman tombul hipopotam Moomin, kulübesinin üzerine uzanmış ponpon burunlu uzun kulaklı Snoopy, güleç uçan fil Dumbo’yla neşelendiren bir harikalar ülkesi burası.
Yolda dijital bir termometre var. “-0.00″ı gösteriyor. Sıfırın da eksisi artısı mı olur, diyoruz gülerek. Yürüyoruz Sapporo’nun geniş bulvarlarında. “Hadi,” diyor Andrea sonra, yemeğe. “Aşimoto ni goçuui kudasai,” diye uyarıyor bizi, düşmeyin dikkat edin, “yerler kaygan”.
Andrea bir yıllığına değişim programıyla Sapporo’ya gelmiş, bizi karşıladı. Silvia ve Tom’un arkadaşı. O da bizimle beraber tekrar keşfediyor kenti. Bazen Almanca bazen Japonca bazen İngilizce, turluyoruz.
“Sapporo’nun raameni meşhurdur,” diyor Andrea, “yedirmeden bırakmam.”
Bizi kentin ünlü Erişteciler Sokağı Raamen Yokoçoo’ya götürüyor. Japon mutfağı kısıtlı olduğundan, yemeğe eklenecek tek bir yeni malzeme bile o yemeği o bölgeye özgü kılabiliyor Japonya’da. Hakata’da makarnaya domuz yağı ve kemiği, Sapporo’da miso, yengeç, tereyağı veya mısır ekliyorsun. Bir de çileği meşhurmuş Sapporo’nun.
“Çilek mi?” diyorum kış şaşkını.
“Evet, evet,” diyor sonra bizi bir dükkana sokup çilekli çikolata aldıracakmış.
Restoranda masa kuyruğuna ekleniyoruz. Kuyruğa girmek, sabırla beklemek gerek çünkü Japonya’da. Hele hele ünlü bir lokantaysa bu. İçi ne kadar dolu, bekleme süresi ne kadar uzunsa rağbet o kadar artıyor. İştahı da kabartıyor beklemek. Yemeği hak etmek gibi, birlikte yemek yemenin paylaşımını uzatarak tatlandırmak gibi, belki. Tereyağlı-mısırlı söylüyoruz hepimiz. Yani Bataakon (butter-corn!). Andrea bize ne önerirse onu deniyoruz, söz dinliyoruz, uslu uslu. Höpürdeterek sulu Çin makarnasını yiyoruz sonra. Arada göz ucuyla bakışlar çevriliyor bize diğer müşteri höpürtüleri arasından. Turistliğimiz her halimizden belli.
Yazı ve Fotoğraflar Özge Baykan – Yazı “Altkitap – Kentler Kitabı” nda yayınlanmıştır.
—arkası yarın—
çok güzel demek sanırım çok az olacaktır.umarım birgün orada olurum.saygılarımla