Dünya karalarının yüzde 0.3’ünden daha az bir alanı kaplayan Japonya’nın toplam yüzölçümü 377.815 kilometrekaredir. Takım adalar, dört ana ada, Honşuu, Hokkaido, Kyuuşuu,Şikoku adalar zinciri ve yaklaşık 3900 küçük adadan oluşmaktadır. İklimi genellikle ılımandır. Dört mevsimin de yaşandığı görülür. Bol yağışlıdır. Başkent Tokyo, yaklaşık olarak Tahran, Atina ve Los Angeles ile aynı enlemdedir. Yaz aylarında görülen nemli ve aşırı sıcak havanın tersine; kış, düşük nem oranı ile ara sıra yağan karla ılıman geçer. Zengin ormanlar ve kırlarda rastlanan çok çeşitli bitkiler, bu ılıman iklim ve bol yağıştan kaynaklanmaktadır.
Yukarıdaki coğrafya bilgileri ışığında düşününce, kabaca şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz: Nüfusu hemen hemen Türkiye’nin iki katı iken, yüzölçümü yarısı kadardır. Ancak verimli kullanılabilir toprakları, Türkiye’ninkinin onda birinden azdır. Yani Japonya’da bir Konya Ovası, hayal bile edilememektedir. Doğadan yana kısmetleri böylesine az olan bu ülkeye dünya üzerinden baktığımızda, haritadaki yeri hiç fark bile edilemezken dünyanın en büyük ve güçlü ikinci ekonomisine sahip olmasının sebepleri nelerdir acaba?
Bunun için tarihsel gelişimine kısaca göz atmak bize çeşitli ipuçları verecektir. Merak etmeyin, sizi ağır tarih bilgisiyle boğmayacağım…
19. yüzyılın ikinci yarısına kadar aşırı feodal, Şogunlar ile yönetilen militarist bir toplum yapısına sahip olan Japonya, 1867 yılında yapılan Meiji devrimiyle yeni bir sürece girmiştir. Japonya,daha önce her yönüyle dışarı kapalı bir toplum iken Meiji döneminde batı toplumlarından bilgi ve teknoloji ihracına başlamıştır. Bu dönemde Japonlar orduya ve donanmaya büyük önem vermiş ve Çin’i, hatta Rusya’yı bozguna uğratacak bir askeri güce sahip olmuştur. Bunun neticesinde, Asya’nın bir kısmında, özellikle bugünkü Kore, Tayvan ve Çin’in, Rusya’nın doğu kesimlerini ele geçirerek o bölgede yayılma politikası izlemişlerdir. 1900’lü yılların başlarında ise gemi sanayi büyük ilerleme kaydetmiştir. Hızla gelişen askeri sanayi Japonların aslında bugünkü ileri sanayilerinin temellerini atılmasına sebep olmuştur.
İkinci dünya savaşını kaybedene kadar Japonlar kendi İmparatorlarını Tanrı olarak görmüşlerdir. Savaşın başlarında Asya’da zaferlerini sürdürürken ürettikleri Jet uçakları ile Amerikan gemilerine sayısız intihar saldırıları düzenlemişlerdir. Buna da “Kamikaze” yani “Tanrının Rüzgârı” adını vermişlerdir. Bu uçaklara konulan yakıt zaten çoğu kez uçakların düşmana saldırdıktan sonra geri dönmesine yetmemiş, bu da intihar saldırılarını kaçınılmaz kılmıştır.
İkinci dünya savaşı sırasında Almanya ve İtalya ile ideolleri kesişen Japonlar, özellikle Almanlar ile askeri ve nükleer bilgi alışverişinde bulunmuşlardır. Avrupa’da Almanlar’ın ve İtalyanların savaşı kaybetmesine rağmen Japonlar, Asya’da savaşa devam etmişlerdir. Bu da Amerika’nın Asya’daki çıkarlarına ters düştüğü için, belki de Almanya’ya atmadığı Atom bombasını Japonya’nın Hiroshima ve Nagasaki kentlerine atarak Savaşı bitirmiş ve Japonlar’ın bütün Asya’dan çekilmesine sebep olmuştur.
Amerika artık bütün Japonya’yı işgal etmiştir. Japon İmparatoru, tarihi konuşmasını radyodan yapmış ve ülkesinin savaşı kaybettiğini , kendisinin de bir Tanrı olmadığını açıklamıştır.
Japonları ancak Atom bombası durdurabilmiştir. İkinci dünya savaşından sonra Japonya’da taş taş üstünde kalmamış ve Japonlar Amerika’ya teslim olmuştur.
İkinci dünya savaşının bitmesiyle Japonların ordu kurmaları, silah üretmeleri yasaklanmış ve milli savunmaları Amerikan ordusu tarafından sağlanmaya başlamıştır.Halen Amerikan ordu karargâhları Japonya’da bulunmaktadır.
Savaşı kaybettikten sonra adeta yok olan Japonya ‘da yeniden yapılanma süreci çok sıkıntılı olmuştur. Zaten tarıma elverişli toprakları bulunmayan ülkede halk bir avuç pirinç, bir kuru ekmek bulamazken, karnını acı turp kökleriyle doyurmuştur.
Yüzyıllar boyu kapalı bir kutu gibi, bir arada yaşayan Japon toplumunda aslında genetik çeşitlilik de batı toplumlarından ve dünyanın diğer toplumlarından çok daha az düzeyde kalmıştır. Bu da Japonlarda bireysel değil toplumsal kimliğin öne çıkmasına sebep olmuştur.
Yüksek toplum bilinci “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” düşüncesinin benimsenmesine yol açmıştır. Bu bilinç günümüze kadar gelirken çeşitli evrimlerden geçmiştir. Eskiden vatan için savaşan Japonlar, artık direkt olarak vatan için değil de kendi şirketleri için çalışmayı, şirketlerine hizmet etmeyi ve hepimizin bildiği gibi, eğer şirket batarsa kendilerinin de şirketle birlikte intihar ettiği bir tablo ortaya koymuştur.
1950 ve 1960’larla başlayan süreçte artık Japon toplumunda asker yoktur, ancak askeri otorite ve disiplin anlayışı bütün kurallarıyla sivil toplumda devam etmiştir.
Kırsal alanlarda kurulan binlerce fabrika ve atölyelere Avrupa’dan Amerika’dan getirilen makinelerin taklitleri, orijinallerinden çok daha pahalıya mal olmasına rağmen yapılmış ve bunlar geliştirilerek daha iyisini üretmek için çabalar sarf edilmiştir.
Bu iyileştirme ve mükemmeleştirme felsefesi, ayrıntılara uzanarak günümüzde ekonomi litaratüründe “Kaizen”olarak yerini almıştır. “Kaizen” sonu olamayan iyileştirme ve mükemmelleştirme olarak da anlaşılabilir.
1990’larda ise artık Japonya karşımıza bambaşka bir toplum olarak çıkmaktadır.
Her yönüyle ulaşılan üstün teknoloji ve güçlü ekonomi, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin adeta başını döndürmektedir.
Başarılarının temelinin çok sağlam olduğu konusunda hiç şüphe yokken, bunu aşırı çalışmalarına, dürüstlüklerine, mütevazi ve saygılı olmalarına borçlu olduklarını da söyleyebiliriz.
Sabah 8:00’de başlayan mesaiye 7:30’ta gelmeleri, masalarını temizlemeleri, topluca hafif sabah jimnastiği yapmaları, genel müdürden en zor işi yapan işçiye kadar herkesin aynı elbiseyi giymesi, sabah toplantısında herkese söz hakkı verilmesi, dahası işe gelirken yine genel müdür ile işçilerin aynı trenle seyahat etmeleri herhalde bizim için inanılması güç olan şeyler olsa gerek. Dahası, emeğin çok değerli olduğu Japonya’da işçiler fazla mesai pek yapmazken, çok az fazla-mesai ücreti alan beyaz yakalılar, yani memurların her gün, gece geç saate kadar çalışmaları, şirkete bağlılıklarının bir göstergesi olarak algılanıyormuş. Japonya’da şirket, toplumun temel taşı… Her şey şirket üstüne kurulu. Şirket fazla kazanırsa çalışanlarına ikramiye ücreti daha fazla verirken, zarar edince de ikramiye azalmaktadır. Bu da “Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için” felsefesinin en somut göstergesidir.
Şirket bir aile kurumu gibi, çalışanlardan biri hasta olduğunda yardımına koşuyor, ev alırken kredi ve avans veriyor, bu yüzden bir Japon için şirketten ayrılmak, aileden aforoz edilmekle aynı anlamı taşımaktadır. Bir şirketten ayrılan kişinin aynı pozisyonda tekrar iş bulması ise epey zor bir durumdur.
Japonların kendi dini Şintoizm’dir. Şintoizm, Japonya’da doğmuş ve sadece Japonlara ait bir dindir. Bugünkü Şintoizm, batıdaki panteist anlayıştan farksızdır. Halbuki mistik bir bakış açısıyla olaya yaklaştığımızda, büyük bir ihtimalle Şintoizmin de temelini tek evrensel mesajdan yani teklik bakışından (Vahdet-i Vücud) aldığı, ancak devam eden süreçte beş duyu sınırlamasına maruz kaldığı için orjinalitisini yitirdiği düşünülebilir. Bu da Şintoizmi “her şey Tanrıdır” noktasında kitlemiştir.
Diğer yaygın din ise Budizm’dir. Japonya’ya Çinli rahipler tarafından MS 538 yılında getirilmiştir. Budizm, Japon kültürüyle yoğrularak ve Şintoizmden de etkilenerek Japon Budizmini oluşturmuştur. Dolayısıyla Japonya’da bugün iki çeşit tapınak vardır: Cinca ve Şinto tapınakları. Oteralar ise, Budist tapınaklarıdır.
Modern Japonya’da aslında dinin yeri fazla yoktur. Japonlar din ile uğraşmıyorlar ve sadece yılbaşından yılbaşına tapınaklara akın edip dua ederek yeni yılda başarı ve mutluluk için dua ediyorlar. Aslında, Japonlar genellikle dua etmeyi ve tapınmayı seven bir millettir. Din konusundaki bu boşluk, yerini yeni dinler ve tarikatlar ile doldurmaktadır. Bu yüzden tarikatlar Japonya’da mantar gibi her köşede bitmektedir. Mistisizmle uğraşanlar, belki bunun sebebini daha farklı yorumlayacaklardır.
Japonya’da intihar da çok sık rastlanan bir olaydır. Japonlar gurur, ayıp ve utanma duygusundan dolayı çözümüne ulaşamayacakları durum karşısında intiharı seçmektedirler. Mistisizmin bize kattığı bilgiler açısından değerlendirdiğimizde ise bu intihar ilk önce iyi bir yol gibi gözükse de ölüm ötesi yaşamdaki sonuçları itibariyle oldukça farklı bir durum oluşturmaktadır. Bu da sitemin nerede olursa olsun değişmeden işlediğine işaret etse gerek.
Herhalde bu kadar büyük bir ülkeyi bu satırlara bu kadar sığdırabiliriz.
Dr.Turhan Doğan,
İstanbul – 05.5.2000