Hiç maraton koşan bir yazar okudunuz mu? Yaklaşık yirmi beş yıldır her sene bir maraton (bunlara dünyaca ünlü New York ve Boston maratonları da dahil) koşan Haruki Murakami’nin elime geçen ilk kitabı olan A Wild Sheep Chase’i okuduğumda işin içinde bir ‘acayiplik’ olduğunu anlamıştım. Hikâye Japonya’da geçiyordu ve kahramanları Japon’du ama ortada kimono giyen Japonlar, geyşalar ya da bonzai ağaçarı gibi Japonlara has şeyler olmadığı gibi, kahramanlar Fare, Patron, Koyun Adam gibi adlar taşıyordu. Üstelik kitabın kahramanı en sevdiğim grup olan Deep Purple’ı da dinliyordu! Kitap, kahramanın sırtında yıldız işareti bulunan ve insanların benliğini ele geçirebilen, esrarengiz bir koyunun peşine düşmesini ele alıyordu ve bana İason’un Altın Post’u aramasını çağrıştırmıştı. Murakami’nin üniversitede senaryo yazarlığı ve Yunan tiyatrosu konusunda eğitim almış olduğunu daha sonra öğrenecektim.
Murakami’yi ‘keşfetmemle’ hayran olmam bir oldu. O sırada Türkiye’de henüz basılmamış oldukları için bulunmaları güç olsa da, sırasıyla The Wind-Up Bird Chronicle / Zemberekkuşunun Güncesi, Sputnik Sweetneart, Norwegian Wood / İmkânsızın Şarkısı, South of the Border, West of the Sun, Pinball 1973, Hardboiled Wonderland and the End of the World ve Dance Dance Dance’ı okudum ve diğerleri de sıralarını bekliyorlar.
Murakami’nin özellikle 20’li ve 30’lu yaşlardaki okuyuculara hitap etmesinin belki de en önemli nedeni, onun hayatı anlamlandırmaya, kendini bulmaya çabalayan, ‘Sistem’e uymayı reddeden bir kuşağın duygularını dile getirebilen ‘protest’ bir yazar olması. 1968-69’da ülkesindeki öğrenci hareketinin içinde yer almış olan ve herhangi bir şirkete ya da sisteme ait olmadan, bağımsız yaşamayı seçen Murakami’nin gelenek ve göreneklerine bağlılığıyla bilinen Japon toplumunda bağımsız ve özgür bir şekilde yaşamak isteyen genç kuşak tarafından benimsenmesi şaşırtıcı olmasa gerek.
Japonya’da İngiliz ve Amerikan Edebiyatı dersleri veren Amerikalı bir profesörün, “Murakami, Amerikan romanları yazan bir Japon yazarıdır,” benzetmesini yapması bir rastlantı değildir. Bu ‘Amerikalılık’ aslında Murakami’nin ‘aykırılığını’ vurgular, çünkü onun eserlerinde alışageldiğimiz geleneksel Japon yaşam biçiminden eser yoktur. Murakami’nin kahramanları geleneksel Japon romanlarındaki kahramanlardan farklıdır. Onlar bağımsız, hayal kurmayı seven, zeki ama içine kapanık, popüler kültürle haşır neşir, yaşadıkları toplumdan ayrı durma eğiliminde olan ve aile, sadakat ve güçlü bir çalışma ahlakı gibi geleneksel Japon değerlerini benimsemeyen kişilerdir ve bu anlamda Murakami ile benzerlikler taşımaktadırlar: “Annemle babam sürekli olarak Japon edebiyatından bahsederdi. Bundan nefret ediyordum. O yüzden yabancı edebiyatı -genellikle 19. yüzyılda yaşamış, Çehov, Dostoyevski, Flaubert ve Dickens gibi büyük Avrupalı yazarları- okuyordum. Daha sonra Amerikan ucuz romanlarına merak saldım, dedektif hikâyeleri, bilim-kurgu romanları okumaya başladım. Kurt Vonnegut, Richard Brautigan, Truman Capote…”
Murakami hiçbir zaman Batı’ya duyduğu ilgiyi ve Batılı ‘şeylere’ olan hayranlığını gizlemeye çalışmadı. Özellikle müzik olgusu Murakami’nin hem hayatında, hem de eserlerinde önemli bir yere sahiptir. Murakami çocukluğunda edindiği transistörlü radyosuyla Elvis, The Beach Boys ve The Beatles dinlendiğini anlatıyor: “Bu heyecan vericiydi. Ve hayatımın bir parçası oldu.” On dört yaşındayken gittiği bir Art Blakey konserinden sonra ise çok iyi bir caz dinleyicisi olduğunu itiraf eden yazarın caz tutkusu onun öğrenciyken Tokyo’da bir caz bar açmasına ve yazarlık kariyerinin ileriki dönemlerinde Portraits in Jazz (1 ve 2) adıyla, sevdiği caz müzisyenleri hakkında yazdığı kısa makalelerden oluşan iki kitap yayımlamasına yol açtı.
Murakami caz müziği sevgisinin onun yazı yazma stilini nasıl doğrudan etkilediğini şöyle itiraf ediyor: “Buna serbest bir doğaçlama diyebiliriz. Asla planlama yapmam. Bir sonraki sayfanın nasıl olacağını hiç bilmem. Birçok insan buna inanmıyor. Fakat bir roman ya da hikâye yazmanın eğlenceli tarafı da bu zaten- ne olacağını bilmemem. Sürekli bir melodi arayışındayım. Bazen, başladığımda, duramam. Bu suyun kaynaktan çıkması gibi bir şey. Doğal, kolay bir şekilde ortaya çıkar. Caz müziğini çok dikkatli ve yoğun bir şekilde dinlediğim için, bu ritim olgusu benim bir parçam. Dolayısıyla romanlarımı ve hikâyelerimi yazarken de hep bir ritim hissederim. Bu benim için çok önemli”. Murakami’nin yazdığı bazı kitapların adlarını şarkılardan alması şaşırtıcı olmasa gerek: Norwegian Wood (The Beatles) ve South of the Border, West of the Sun (Nat King Cole’un South of the Border şarkısından), Dance Dance Dance (The Dells).
Birçok yazardan farklı olarak, Murakami geç sayılabilecek bir yaşta, yirmi dokuz yaşında yazmaya başladı. Bir gün beysbol seyrederken yazmaya karar verdi ve evine dönerken yolda kâğıt ve kalem alarak, ilk kitabı Hear the Wing Sing’i yazmaya koyuldu. Altı ayda bitirdiği bu kitap yeni yazarları teşvik etmek için verilen Gunzou edebiyat ödülünü kazandıktan sonra, Murakami bütün zamanını yazmaya verebilmek için işlettiği caz barı 1981’de sattı.
Murakami’yi diğer Japon yazarlarından farklı kılan şey onun Amerikan edebiyatına olan ilgisi ve bunun eserlerindeki yansımalarıdır. Modern Japon edebiyatı yazarları genel olarak kendilerine Avrupa edebiyatını örnek olarak seçerken, Murakami kendini çağdaşı olan Amerikalı yazarlara daha yakın hissetmiş, hatta kişisel dostluklar bile kurmuştur. 1984’te Amerika’ya yaptığı ilk ziyaret sırasında Murakami, Fitzgerald’ın mezun olduğu Princeton’u ziyaret etmiş- sonra burada ders vermiş- ve eşiyle birlikte Carver’in yanında misafir olmuştur. Carver’in 1987’deki ölümünden sonra Murakami onun için şöyle yazmıştır: “Hiç kuşkusuz Raymond Carver sahip olduğum en değerli öğretmen ve en büyük edebî yoldaşımdı.”
Murakami’nin kurgusal romanları Japon edebiyat çevreleri tarafından sık sık ’pop’ olmakla eleştirilmiştir. “Japonya’da gerçekçi bir stili tercih ediyorlar,” diyor Murakami. “Onlar cevapları ve varılan sonuçları severler, fakat benim hikâyelerimde bunlar yok. Ben hikâyelerimi her türlü sonuca açık bırakmak istiyorum. Sanırım okurlarım bunu anlıyorlar.”
Murakami’nin eserlerini çekici kılan şey de bu zaten. Genel olarak bir “şeyin”- bu genelde bir kadın, bezen de bir kedi ya da başka bir şey olabilir- kaybedilmesi ve sonra aranması teması üzerine kurgulanan hikâyeleri yapı olarak bir dedektif romanını andırsa da, içerik olarak karşımıza sık sık bilim-kurgusal / fantastik ve mistik / metafizik öğeler çıkmaktadır. Reenkarnasyon, rüyalar, tarot ya da burçlar gibi New Age tarzı şeylere inanmadığını ve çok gerçekçi biri olduğunu söyleyen Murakami eserlerinde karşılaştığımız tuhaf, olağandışı ve doğaüstü öğeleri şöyle özetliyor: “Ben acayip hikâyeler yazarım. Acayipliği neden sevdiğimi bilemiyorum…Sabah 6’da kalkarım ve akşam 10’da yatarım; her gün koşarım, yüzerim ve sağlıklı beslenirim. Çok gerçekçi bir insanım. Fakat yazdığımda acayip şeyler yazarım. Bu çok tuhaf. Ben ciddileştikçe, yazdıklarım da acayipleşiyor. Toplum ve dünya gerçekleri hakkında yazmak istediğimde ortaya acayip bir şey çıkıyor. Birçok insan bana bunun nedenini soruyor ve ben buna bir cevap veremiyorum.”
Murakami’nin ilginç özeliklerinden biri de bir insanın aynı yerde aşağı yukarı iki yıldan fazla bir süre yaşamaması gerektiğine inanması ve sık sık taşınmasıdır. “Zamanın geldiğini” hissettiğinde başka diyarlara yelken açan ve ancak altmış yaşına geldiğinde bir yere ‘demir atmayı’ planlayan Murakami’nin bu yaklaşımının dolaylı olarak eserlerine de yansıdığını söyleyebiliriz. “Japonya’da yaşarken Japon toplumunu o kadar da sevmiyordum ve ülke dışına çıkmak istiyordum” diye itiraf ediyor Murakami. “Ben sadece bir birey olmak, bağımsız olmak istiyordum ve Japonya’da bunu yapmak kolay bir şey değil.” Buna uygun olarak, yazarın ilk dönemlerinde yazdığı Hear the Wind Sing, Pinball 1973, A Wild Sheep Chase ve Hardboiled Wonderland and the End of the World, Murakami’nin kendi ifadesiyle, “kaçmak için” yazılmış kitaplardı. Bu ruh halinin yansıması olarak buradaki kahramanlar da kâh “mükemmel kulak memeleri olan” bir kız arıyor, kâh otomobille şehirde amaçsız bir şekilde dolaşıyor ve Subaru’nun neden Maseratti’den daha rahat olduğu, tek kollu insanların nasıl ekmek kestiği ya da ‘şişko Boy George’un’ nasıl olup da bir pop yıldızı haline getirildiği şeklindeki ‘yaşamsal’ soruları okuyucuyla paylaşıyorlardı.
1987 başında eşiyle İtalya’ya yerleşen ve Yunanistan’da da bulunan yazar burada önce İmkânsızlığın Şarkısı’nı, sonra da Dance Dance Dance’ı yazdı. İmkânsızlığın Şarkısı diğer kitaplarda görmeye alıştığımız fantastik / metafizik öğeleri barındırmayan, yalın bir gençlik ve aşk kitabıdır. Burada belirsiz ama her şeyde hissedilen bir özlem ve kaybedilmişlik duygusu hâkimdir ve bu yazarın alâmetifarikalarından biri olarak kabul edilmektedir. Bu kitapla kendini ‘test etmek’ istediğini söyleyen Murakami şu itirafta da bulunuyordu: “Hiç böyle doğrudan, basit, duygusal sayılabilecek bir hikâye yazmamıştım.” Japonya’da ilk yılında iki milyon satan İmkânsızlığın Şarkısı onu Japon gençliğinin ilahı yaptı, ancak 1988’de Japonya’ya dönen ve kendisine gösterilen ilgiden rahatsız olan Murakami çareyi tekrar Avrupa’ya kaçmakta buldu.
1990’da tekrar Japonya’ya döndüğünde gözlemlediği durum bu sefer eşiyle beraber Amerika’ya gitmesine yol açtı: “Balon ekonomisinin zirvede olduğu bir zamandı ve herkesin bahsettiği tek şey para, para, paraydı. Biz böyle bir toplumdan nefret ediyoruz ve bu yüzden Japonya’da on ay kaldıktan sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne, Princeton’a gittik.” 1991-1995 yılları arasında önce Princeton’da, sonra Taft’s Üniversitesi’nde konuk öğretim görevlisi olarak ders veren Murakami, Amerika’da geçirdiği günlerde kendisini nasıl sorguladığını şu şekilde ifade etmişti: “Ülke dışına çıktığımda kendi kendime bir yazar olarak ne olduğumu sormaya başladım. Japonca yazdığıma göre, ben bir Japon yazarıydım, fakat kimliğim neydi? Oradayken devamlı bunları düşünüyordum… Orada yaşarken birden, hiç beklenmeyen bir şekilde Japonya ve Japonlar hakkında yazma isteği duydum. Bazen geçmiş, bazen bugünkü durum hakkında. Uzakta olduğunuz zaman ülkeniz hakkında yazmak daha kolaydır. Uzaktan baktığınızda ülkenizi olduğu gibi görebiliyorsunuz. O zamana kadar Japonya hakkında pek yazmak istemiyordum. Sadece kendim ve kendi dünyam hakkında yazmak istiyordum.”
Murakami’nin Amerika’dayken peş peşe kaleme aldığı South of the Border, West of the Sun ve Zemberekkuşunun Güncesi, yazarın bu sorulara cevap bulma çabasını yansıtmaktadır. Birçok kişi tarafından Murakami’nin başyapıtı kabul edilen Zemberekkuşunun Güncesi, yabancılaşma ve insan ilişkilerinin kestiremezliliği temaları çerçevesinde doğrudan Japon kültürü ve tarihini (İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Mançurya işgalini) ele alan ve Japonları geçmişleriyle yüzleşmeye davet eden bir kitaptır. Bu kitabı Yomiuri Edebiyat Ödülü’ne layık gören jüride Kenzaburo Oe’nin de bulunduğunu not etmekte yarar var. Murakami, Zemberekkuşunun Güncesi’ni bitirmek üzereyken, 1995 yılının başlarında Japonya Kobe depremi ve Tokyo Metrosu’nda yapılan sarin gazı saldırısıyla sarsıldı. Murakami’nin Zemberekkuşunun Güncesi ile eğilmeye başladığı kolektif travma olgusu onun Japonya’ya dönmesinden sonra kaleme aldığı, kurgusal olmayan ilk eseri olan ve metro saldırısının failleri ve kurbanları ile yaptığı söyleşileri içeren Underground’da ve kısa hikâyelerden oluşan After the Quake’te iyice öne çıktı. “Japonya’ya döndüğümde deprem olmuş ve gaz saldırısı gerçekleşmişti. Her şey değişmişti. Ülkem ve okurlarım için bir şeyler yapmak istedim,” diyordu Murakami bu kitaplarıyla ilgili olarak. Belgesel niteliği taşıyan bu kitaplardan sonra tekrar kurgusal romanlara dönen Murakami, 1999’da aşk, cinsel arzu ve bunların kaybedilmesi temalarını işleyen Sputnik Sweetheart’ı, 2002’de ise Kafka on the Shore’u yazdı. 2006’da Çek Cumhuriyeti tarafından verilen Franz Kafka Ödülü’ne layık görülen bu kitapla birlikte Murakami’nin adı Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında geçmeye başladı.
Murakami’nin labirentlerle dolu zengin hayal dünyasında kaybolmak isteyenler sürprizlere hazır olsunlar. Koyun kostümüne bürünmüş bir adam, isimleri 208 ve 209 olan ikiz kızlar, kurumuş, karanlık bir kuyunun dibinde erotik hayaller gören ve paralel bir dünyaya adım atan bir başka adam, iki metrelik kurbağalar, konuşan bir gölge, konuşan kedileri kesip kalplerini çiğ çiğ yiyen bir Johnnie Walker, insanların adlarını çalan bir maymun, açıklanmayan şekilde kaybolan sevgililer ya da zamanda veya mekânda ortaya çıkan kara deliklerle karşılaşırsanız, sakın şaşırmayın.
Murakami akıcı üslubuyla sıradan şeyleri olağanüstü bir güzellikle anlatırken, gerçeküstü şeyleri de sıradan bir şeymiş gibi algılamanıza neden oluyor. Bazen bir kitabının sonuna geldiğinizde, ortada parmak basabileceğiniz bir “sonuç” olmadığı duygusuna kapılabilirsiniz. Korkmayın; ruhunuzun bir ziyafet sofrasından kalkmış olduğunu hissedeceksiniz.
Bu şöleni kaçırmayın.
Yazan: Recep Kurt
: Function utf8_encode() is deprecated in on line
Bence Murakami, Kenzaburo Oe ile birlikte Japonlari en iyi anlatan yazarlardan biri.
âSouth of the Border, West of the Sunâ? kitabini begendim.
Yine Sarin gazi olayini anlattigi âUndergroundâ? ve Aum Shinrikyo tarikatini anlattigi âThe place that was Promisedâ? da biraz ic karartici ama ilginc. (Bu ikisi yeni basimlarda âUndergroundâ? adinda tek bir kitapda birlesmis durumda)
âNorwegian Woodâ? u da begenen cok kisi var, ama onu henuz bitiremedim.
Murakamiânin Japonlari bir yabancinin gozunden gorup anlatiyormus gibi bir havasi var. Bunda kendisini yurtdisina atmasi ve Bati toplumunda yasamasinin etkisi olmustur herhalde.
Bir de Alan Brownâ in âAudrey Hepburnâs Neckâ? diye bir kitabi var. Bence yabanci bir yazarin Japonlar hakkinda yazdigi en tatli kitaplardan birisi, kitap meraklilarina tavsiye ederim.
ben çok okumak isterim arkadaşlar güzel bir iki kitabın yazarı çevirmenini söylerseniz buradan araştırıp bulabilirim belki. Yoksa bilen duyan yok. Söylermisiniz