Herkes tatlı bir sohbete başlamıştı bile. İçeride Türkçe ve Japonca kelimeler birbirine karışıyor ama bu bir gürültü veya karmaşa değil bilakis hoş bir ses mozaiği oluşturuyordu. Ben en arkada solda cam kenarında otuyordum ve buradan minibüsteki herkesi görebiliyordum. Yanımda ise yeni tanıştığım Manami-san vardı. Yolculuğun başında Manami-san’la Japonca pratik yapacağım diye planlarken kendisinin neredeyse bir Türk kadar güzel Türkçe konuşabildiğini anladığımda gerçekten de çok şaşırmıştım. Neyse ki arada Japonca da konuşarak Japonca pratik yapma planlarımın suya düşmesini engelledik.
Tabi Türk usulü olarak daha yolun başında yemeklerimizi çıkarmış ve birbirimizle paylaşmaya başlamıştık bile. Yol boyunca şarkılar söyleyerek, klasik oyunlarımızdan oynayarak zaman geçirmiştik. Gittikçe herkes birbirine daha da alışıyordu. Yolda durup yemek yediğimiz restoranın sahibi yine Türk usulüne uygun olarak bize zorla palamut lakerdası bile yedirdi. Tabi Japon arkadaşlar çiğ balığa alışık olduklarından pek zorluk çekmediler ama biz de onlardan aşağı kalmadık tabi. Ayrıca bu Japon ve Türklerden oluşan ilginç grup olarak istemeden de olsa yol boyunca ilgiyi üstümüze çekmeyi başardık. Herkes bize meraklı gözlerle bakıyordu.
Feribotla Çanakkale merkeze gitmeden önce, tarihimizi Japon arkadaşlarımızla da paylaşmak istemiştik ve o ünlü Çanakkle rüzgarında saçlarımız uçuşarak ve hatta abartmadan söylüyorum uçmamak için rüzgara karşı direnerek şehitlerimizin anılarını yadettik. Romanlarda okuduğum Çanakkale betimlemelerinin hiç de abartı olmadığını anlamıştım. Buranın kendine has güçlü ve dik başlı bir kararteri vardı sanki. Burayı hafızalarımıza kazımak için fotoğraflar çektirdik ve ortamın da etkisiyle duygusal anlar yaşadık. Artık merkeze inme vakti gelmişti.
Merkezde bizi oldukça kalabalık ve heyecanlı bi grup Çanakkale Üniversitesi Japonca Bölümü öğrencisi arkadaşımız karşıladığında biz de çok şaşırmıştık. Birçok yeni insanla tanışmak da oldukça hoştu. Artık rehberimiz onlardı. Hepberaber bir restoranda uzun bir masada toplandık ve sözcülerimiz ortak dugu ve düşüncelerimizi ilettikten sonra bizim için hazırlamış oldukları gezi planını dinledik.
O akşam her eve birkaç Boğaziçi’li ve Japon arkadaş dağılacak ve geceyi Çanakkale Üniversiteli arkadaşlarımızın evinde geçirecektik. Zekiye, Serpil, Serpil’in erkek kardeşi ve ben aynı evde kalacaktık. Eşyalarımızı evlere bıraktıktan sonra herkes Çanakkale’nin kafelerinde buluştu. İlerleyen saatlerde oldukça yorulduğumuzu farkedince ev sahibi arkadaşların ısrarına rağmen eve tek başımıza dönebileceğimizi söyledik ve sadece ikinci kez gidiyor olduğumuz evi bulamayıp yollarda bir saat boyunca dolaştık. Bu uzun yürüyüş ve arama bizi yormuştu ama çok da heyecanlı dakikalar geçirmemize neden olmuştu. Uzun aramalar sonunda 10 dakikada gidilecek eve 1 saatte gitmeyi başarmıştık
Tabi yatmadan önce de sohbetimizden geri kalmadık. Bu evde kalan arkadaşlardan birinin Kabataş Lisesi’nden arkaşım çıkması da gecenin sürprizi olmuştu. Sabah olunca değişik evlere dağılmış olan arkadaşlarla sahilde buluştuk ve kahvaltımızı yaptık. Sonra da servislere doluşup büyük bir kalabalık olarak çocukluğumdan beri çok merak ettiğim Truva Atı’nı görmeye gittik. Truva Atı’nı fethettik diyebilirim. Bir ara yıkılacağından bile korktuğumu itiraf etmek istiyorum. Truva Atının içinde ve ayaklarında fotoğraflar çektirdik. Antik köyü dolaşmak da oldukça keyif vericiydi.
Fakat giderek dönme vaktimiz yaklaşıyordu. Merkeze indiğimizde bu gezinin anısı olarak Truva Atı heykelleri aldık ve sonunda vedalaşma vakti gelmişti. Tekrar minibüsümüze doluşmuştuk. Yine kalabalık bir grup Çanakkale Üniversiteli arkadaşımız bizi uğurladı. Ancak yolda başımıza geleceklerden şimdilik haberdar değildik. İlk başlarda herşey yolunda görünüyordu. Ancak yolda aniden bastıran kar trafiği felç etmiş ve Anadolu yollarında karda mahsur kalmıştık. Erzağımız da gittikçe tükeniyordu. Herkesin ayakları üşümeye başlamıştı ve en yakın tuvalet karlı doğanın ta kendisiydi.
Ancak bütün bunlara rağmen ben de dahil olmak üzere herkes çok eğleniyordu. Başta yine çok güzel Türkçe konuşabilen Tomoko-san olmak üzere Japon arkaşlar da oldukça rahat görünüyorlardı. Acaba ben bir uzak diyarda karda mahsur kalsam bu kadar rahat olabilir miydim bilmiyorum ama böyle bi ortamda olsaydım evet ben de rahat olurdum. Hatta yardım isteyen arabalara Türk-Japon kurtarma ekibi olarak yardım bile ettik. Yandaki arabanın arkasına çıkarak oldukça uluslararası bir ağrılık uyguladık ve bu ağırlığın etkisiyle arabayı saplandığı kardan çıkardık. 5 saatlik uzun mahsuriyetin ardından temkinli bi şekilde yolumuza devam ettik.
Ancak tam İstanbul’a yaklaşıyoruz dediğimiz anda ise lastiğimiz patladı. Ancak tehikeli bir durum oluşmadı ve en yakındaki tesise sığındık. Son baktığımda ise bizim zavallı minibüsümüz tekerleği takılmak üzere yükseltiliyordu. Artık sabaha karşı olduğundan herkes uykusuzluktan robot gibiydi ama artık bu sürprizlere alışmıştık. Fakat tüm yaşananlara rağmen, İstanbul’a dönmeyi başarmıştık.
İşin en keyifli yanıysa hararetli bi şekilde İstanbul’da kalanlara başımıza gelenleri anlatmak olmuştu. Hatta ilk işlerimden biri de birdahaki Nitto Gezisi’nin nereye ve ne zaman yapılacağını sormak olmuştu. Arka sokaklarda kaybolmak, saatlerce yürümek, karda mahsur kalmak ve lastiğimizin patlama tehlikesi olsa bile… Ancak bir dahaki gezimiz Büyük Ada’ya pikniğe gitmek olduğundan bu tür tehlikelerle karşılaşmadığımızın ipucunu da verebilirim herhalde.
Not: Bu yazı Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü, Türk – Japon Etkileşim Komisyonu tarafından hazırlanan Nitto Dergisi 1. Sayısında yayınlanmıştır.
ben ismail çanakkalede yaşıyorum çanakkaleye siz ve grubunuzu büyük memnuniyetle yine bekleriz umarım memnun kalmışsınızdır çanakkalenin türkiyedeki yeri ayrıdır her kişinin gelip görmesi gereken yerlerden biridir çanakkale tarihi yaşama o doğa güzelliğini boğaz manzarasnın sessiz geçen gemileri bulacağınız tek yerdir çanakkale e zehi kite kudasai
tek kelımeyle mükembel bir tablo:)